Francisco Franco Bahamonde öldüğünde Juan Goytisolo şöyle demişti: “Onun varlığı her yerde, her biçimde, yazgılarımızı kanun kuvvetinde kararnameyle yöneten iğdiş edici ve keyfi bir babanınki gibi olanca ağırlığıyla üstümüze bastırıyordu. […] Kurduğu rejim, kendi oluşturduğu sansürün yanı sıra, daha beter bir şey de yaratmıştı: İspanyolları o dolambaçlı satırarası yazma ve okuma sanatına, kendilerini sakatlayabilme gibi canavarca bir güçle donatılmış bir sansürcünün varlığını her an hesaba katmaya mahkûm eden bir özdenetim ve ruhsal körelme sistemi.” F.B.B’nin gölgesinin babasınınkinden çok daha ağır ve karanlık bir şekilde üstüne kapandığını da belirtiyor Goytisolo ve ekliyor: “O beni bir Göçebe Yahudi’ye, hiçbir yere uyum sağlayamayan, hiçbir yerde kendini yuvasında duyamayan bir tür Yurtsuz Juan’a çevirdi.”
Şimdi Goytisolo’nun doğduğu ülkede, İspanyol bürokrasisinin absürt cehennemi ve yüzyıllar önce Mağribilerin taştan ve çamurdan yarattığı bir cennet-şehir arasında yaşarken (daha çok bir bekleme sanatı bu aslında!) kendi göçebeliğimi, yurtsuzluğumu ve doğduğum ülkenin bana mirası özdenetim ve sansürü düşünüyorum. Daha yazıya başlamadan sildiğim cümleler var mesela. Adına “kibarca” hassasiyet dediğimiz zorunlu sessizliğin durmadan bizim adımıza konuşanların aklına hiç gelmemesi de var tabi.
Ama yine de ve sanıldığının aksine hiçbir şey unutulmuyor ve herkes her şeyi biliyor aslında. Mesela Lorca, bir dağ başında katledildikten yıllar sonra, Turgut Uyar’a apoletlerini söktürtüyor —Ne diyordu Turgut Uyar, hatırlayalım: “Ah işte her şey orada… / Ben severim omuzlarımı birgün / Sırmaları, apoletleri olmasa da.” Ya da Turgut Uyar'dan çok sonra ve bir halk ayaklanması sırasında gencecik insanlar şehrin duvarlarını şiirin tarihine ekleyerek Turgut’un “askerleri” oluveriyor. Veya neredeyse üç bin yıl önce “Bir gün birileri bizi hatırlayacak” diyen Sappho’ya, hasta yatağında on ciltlik şiirler yazıyor Diane di Prima. Seksenlerin başında —ki Türkiye’de o ara her yer asker, her yer tank— Gregory Corso öğrencilerine, hapishanede öğrendiği en az üç yüz bin yıllık tarih ve şiir bilinciyle “Tarihi puştlar değil, şairler yazar” diye ünlüyor, elinde beyaz tebeşir ve kara tahtaya resmettiği koca bir şiir evreniyle. Araştırmacı Şiir (Investigative Poetry) manifestosunu yazan Ed Sanders ise şairlere sesleniyor: Şiir, tarih yazma sorumluluğunu yeniden üstlenmelidir.
Efendinin diliyle doğup büyüsek de tarihi, şairlerin yazdığını bildiğimden benim içim rahat. Şiiri hayatın dışına çıkaran, şairlerini akıl hastanelerine kapatan, bunu beceremezse aç bırakan bir çarkın varlığını, varlığımda duymama ve kimilerinin naiflik ya da deli zırvası deyip es geçeceğini bilmeme rağmen söylüyorum bunu. Bildiğim başka şeyler de var: Mesela Lorca’nın yüzü ve sesi, sadece doğduğu ülkenin değil dünyanın sokaklarına taşmış durumda. Şiirleri ders kitaplarına geçmese daha çok okunurdu elbette ama biz de boş durmuyoruz, ezberimiz giderek güçleniyor. Franco ise güneş alan havadar bir tepedeki mezarında bile kalamadı. Tozunu aile mezarlığına kaldırdılar iki sene önce, şimdilerde yüzünü siliyorlar tarih sayfalarından, kendi adını verdiği sokaklar artık şairlerin adlarıyla biliniyor. Mesela Kristof Colomb’un heykelleri sökülüp sökülüp denizin dibine yollanıyor şu ara. Bu da mı naiflik?
Şiire sırtımızı dönmediğimiz sürece, önce satır aralarına, sonra tarihin karanlık bir aralığına atılacak olan bizler değiliz. Ve sanıldığının aksine söz uçmaz, yazının da geniş kanatları var.
Yurtsuzluğu ve göçebeliği de yeniden sevip sahiplenmenin vakti geldi sanki. Son birkaç yüzyıldır başımıza ne geldiyse vatan millet aşkından gelmedi mi zaten?
“Kökler, çetin bir sorun…” diye söze başlayan Neyire Gül Işık’a Goysitoso’nun tek cümlelik yanıtını da hatırlayalım:
“İnsan ağaç değil ki, kalkar yürür gider.”
(Kaynak: Duvar)
Comments